13 Kasım 2010 Cumartesi

Benim olsun istediklerim


Tadına doyulmaz, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman sakinleştirici ama ruhu hep özgür kalan yazılar…

İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki'ni keşfetmek...(…)

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar... şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek... budur son tahlilde Âdemoğullarına, Havvakızlarına kendilerini keşfettirten serüven.


"İncire, zeytine, Sina Dağı'na ve o emin beldeye and olsun
ki" acısı, uyurken yüzünden okunanlarla birlikte çıktım bu yolculuğa.
Evimin bacasının alev aldığı, çeşmelerininse
Kerbelâ kestiği bir düşten sonra düştüm bu yola.
Pasaportumda boş yer kalmadı ey şehir. Mevlânâ'nın bir
Şems kaybettiği Şam sokaklarından geçtim. Ölümünde bile
mağrur Selâhaddîn'in, kılıcının gölgesinde uyuyan Halid Bin
Velîd'in, Muhyiddin İbn Arabî'nin, sırrını tutamayan sır kâtibinin
ihanetine uğramış Son Padişah'ın türbelerinden
geçerek çıktığım yolculuğun sonunda sana geldim.
Cehennemle cennet burada yer değiştirirken. Elini sok
koynuna, ihtimal beyaz çıkar. Burası Lût Gölü karşısı
Mesra. İkisi. Nasıl da kıyı kıyıya.
Bu kitap bir yolculuk öyküsü... Bekiroğlu İran, Suriye, Mısır
güzergâhı üzerinde okuyucusuyla birlikte seyahat ediyor,
anlatıyor, hissettiriyor.


Bir gün Sabâ Melikesi Belkıs’tan, Âdem’le Havva’nın hikâyesini anlamanın bütün bir insanlığın da hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğrendim. İnsanın bütün halleri Âdem’de gizliydi ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmişti.
Bu cümleyi yıllarca içimde gezdirdim de bir türlü kalemi elime alamadım, anlatmaya kalkışamadım
Ne zaman ki, kalmaiçin değil uğrayıp geçmek için kadem bastığımız, kök attığımız değil kısa bir gölge saldığımız şu dünyada bir cennet sürgünüyle yazgılandığımı anladım ve Kelimeler Kitabı-çift isimler sahifesinde, Âdem’le Havva’nın yanına bir de Habil’le Kabil’i ekledim. O zaman anladım anlatma zamanının geldiğini.
Hikâyenin ismi düştü dilime bir gece: LÂ.
İLLÂ, dedim.
Bir ömür boyu aradığım hece harfinin LÂ olduğunu bildim.

1 yorum:

Dokuztepe dedi ki...

LA' yı istiyorum ben de..:))Teşekkürler paylaşım için:))